Gece ve Huzur
Saat 03.25…
Gecenin bir yarısı uyanınca kalkıp kendime kahve yapıyorum. Verandaya geçip bilgisayarımı açıyorum.
Bir yıllık koşuşturmanın yorgunluğunu atmak için tatildeyim. Ege’nin sessiz ve sakin koylarından birinde mütevazı bir pansiyonda konaklıyorum.
Ayın parıltısına teknelerden ve sokak lambalarından süzülen solgun ışık eşlik ediyor. Uzaktan cırcır böceklerinin sesleri duyuluyor. Bir de durgun denizden sahile ulaşan minik dalgaların hoş şıpırtıları… Başka gürültü yok. Horoz sesleri beklemiyorum, çünkü güneşin doğmasına daha çok var.
Akşam geç saatlere kadar oturmak ya da sabah erken saatte kalkıp çalışmak sıkça yaptığım şeylerdendir. Ama gecenin bir yarısı kalkıp çalışmak hep özlemim olmuştur. Hele bir de gece boyu yazanlar yok mu? Özenmek tabiri zayıf kalır, bu insanları kıskanıyorum.
İşte şimdi aklıma gelebilecek en huzurlu ortamlardan birinde böyle bir fırsat yakaladım. Yazımın başlığını “Gece ve Huzur” koydum.
Sahiden öyle mi? Gece huzur mu demektir her zaman?
Hayat yolculuğunun başında -özellikle zorlu bir çocukluk dönemi de söz konusuysa- kâbuslar daha da karartır gecelerimizi. Yalnız uyumaktan korkarız bazen.
Sadece bir kez çıktığımız hayat denen bu yolculuğun finalinde ise başka sorunlar bekler bizi. Mesela, pek çok insan uykusuzluk denen bir kâbusla boğuşuyor geceleri.
Milyonlarca insan yalnız yaşıyor. Diğerleri de gecenin ortasında yalnızdır çoğu kez. Hele bir de uyku kaçmayıversin…
Geceler, bazı insanlar için kâbusken bazı insanlar için ise huzur kaynağı olabiliyor. Aynı dünya, aynı hayat ve aynı insan… Peki, bu büyük uçurum neden?
Düşünmek, insanları hayvanlardan ayıran en asil ve özel yetenektir. Gündüzün sayısız uyaranlarından yoksun olan gece saatlerinde zihnimiz parıldar. Daha sağlıklı ve net düşünürüz.
Pek çok insan düşünmekten korktuğu için boş kalmaktan da korkar. Bazı insanlar ilaçla ya da alkolle bu müstesna melekeyi yavaşlatır. Bazıları da işe verir kendini düşünmemek için. Çünkü düşünmek -hayat yolculuğunun son durağı gibi- en önemli gerçekleri hatırlatır bize. Peki ya düşünmemek?
Klişe ifade için özür dilerim ama “Korkunun ecele faydası yoktur!” Kafamızı kuma gömmemiz adım adım yaklaşan muhteşem finali geciktirmez. Öyleyse ne yapalım?
Ben derim ki, daha fazla düşünelim. Düşünmek, ameliyat olmak gibidir biraz. Başlangıçta biraz risk, endişe ve acı barındırır içinde ama şarttır. Düşünmekten kaçınmak daha büyük sorunlara -hatta çoğu kez felaketlere- neden olur.
Yüzeysel düşünmek -bize o kaçınılmaz sonu hatırlattığı için- korkutucu gelebilir ama derinlikli düşündüğümüzde bu gizemi bir nebze olsun anlarız. O zaman da finalin korkutucu olmadığını kavrarız. Bu kadarı da bize yeter zaten. Ölüm korkusunu yendiğimizde ise bizi korkutacak bir şey kalmaz yeryüzünde. Dahası bu bilinçle yaşamak kötülüklerden uzak tutar bizi.
Zaman görecelidir, demişti Einstein. Aslında zenginlik ve mutluluk gibi şeyler de görecelidir. Ben şimdi şu mütevazı pansiyonun bahçesinde bilgisayarımı açmış, kendi elimle hazırladığım filtre kahvemi yudumlarken yazıyorum. Düşünmenin en etkili şeklidir yazmak çünkü.
Birkaç sayfa yazdıktan sonra bilgisayarımı kapatıp kalkıyorum. Karanlığı, denizi, loş ışıkları, turuncu renge bürünen ayı izlerken gecenin gizemiyle büyüleniyorum. Bedel ödemeden bu hazinenin tadını çıkarıyorum.
Tam da bu sırada koyda demirlemiş yatların içinde muhtemelen pek çok zengin mışıl mışıl uyuyor, benim yaşadığım bu güzelliklerden mahrum bir şekilde.
Yüksek ücretler ödeyerek ya da hayatımızı riske atarak macera aramamıza gerek yok. Yaşam kalitemizi artıracak en güzel maceraların neredeyse tamamı risksiz ve ücretsizdir.
Amacım tatilimi anlatıp sizi özendirmek değil elbette. Ben daha önemli şeylerden bahsetmek istiyorum.
On iki yıl öncesine uzanıyorum hatıralar denizinde.
Saat 03.00…
Acil serviste yoğun bir nöbet geçirmişim. Nefes darlığı çekenden göğsü sıkışana, başı dönenden karnı ağrıyana… Ağaçtan düşen, işyerinde elini kesen, trafik kazasında göğüs kemikleri kırılan…
Tüm bu saydığım sorunlar olmadığı halde kendi zihninde olumsuz düşüncelerle dertler üretip depresyona giren ve tedavi için yazılan ilaçları toptan yutarak bu hayatı sonlandırmaya karar verenler… İnleyenler, ağlayanlar, öfkelenenler, bağıranlar…
Gecenin saat üçü yaklaşırken hastalar azalıyor. Gözlerimizden uyku akıyor ama iyi hissediyoruz. Nöbet arkadaşımla dönüşümlü olarak ikişer saat dinlenmeye karar veriyoruz. İyi ama nerede dinleneyim?
Gündüz ofis olarak kullandığım minik odadaki koltukları kenara çekip iki metrelik boşluk açıyorum. Hastalar azaldığı için boşa düşen nakil sedyelerinden birini odama sürüklüyorum.
Nakil sedyesi dedim, dikkat edin lütfen! Hani dar ve yüksek olup zemini sert olan ve sadece kısa süreli nakillerde üzerinde yatabileceğiniz bir şeyden bahsediyorum.
Sedyenin üstüne tırmanmak kolay olmuyor. Metal bacakları gırç gırç öterken beşik gibi sallanıyor müstakbel yatağım. Üstüne çıkmayı başardığımda ise beni bir başka sorun bekliyor. Bu daracık şeyin üstünde sağa sola dönme şansım yok. Hastalar gibi yattığım pozisyonda kalmalıyım. Düşmemek için kenarlarındaki korkulukları kaldırıyorum. Yastık olarak da hırkamı kullanıyorum.
Öylesine yorgun ve uykuluyum ki, o an için kralların yatağından daha konforlu geliyor bu ortam. Huzursuz geceler yaşayan pek çok ihtiyarı kıskandıracak kadar hızla uykuya dalıyorum. İki saatin nasıl geçtiğini anlamıyorum bile.
Ve bir başka gece…
Zaman dedikleri uzun yolda biraz daha geriye gidiyor ve çeyrek asır öncesine uzanıyorum.
Saat 03.02…
Gürültü ve sarsıntıyla uyanıyorum. Görev yaptığım kasabada kiraladığım ahşap kerpiç karışımı eski evin duvarları çatırdıyor. Yataktan fırlamak kolay oluyor ama ayakta durmak zor.
Deprem olduğunu anlayınca güvenli bir köşeye geçiyor ve sarsıntının geçmesini bekliyorum. Geçmiyor. Bekliyorum. Bitecek gibi değil. Hayatımda ilk kez böylesine güçlü ve böylesine uzun süre sarsılıyorum.
Binlerce insan bir kez daha güneşi göremeyecek. Bense diğer binlercesi gibi ayaktayım şimdilik. Güneş doğana kadar gözüme uyku girmiyor.
Gecenin bir yarısı kalkmak için acil serviste nöbet tutmanız ya da deprem olmasını beklemeniz gerekmiyor. Normal bir günde -hatta benim gibi tatil günü bile- bunu yapabilirsiniz. Savaş, yangın ve deprem benzeri felaketler böyle bir potansiyelimizin olduğunu hatırlatıyor bize.
“Huzurlu geceler, huzurlu gündüzler ve huzurlu bir hayat” dileklerimle son vermek isterdim yazıma. Ama üzgünüm, benim dileklerim sizin hayatını güzelleştirmez. Bu gerçeği siz de biliyorsunuz. Çünkü huzur dediğimiz hazine başkasının dilekleriyle olmadığı gibi başkalarının çabalarıyla da olmaz. Her birimiz kendi huzur adamızı kendi ellerimizle inşa ederiz.
Ömrümüzün sonunda -kötü bir insan değilsek- en büyük pişmanlığımız yaptığımız kötü işler olmayacak muhtemelen. Daha çok yapabilecekken yapmadığımız iyi şeyler için üzüleceğiz.
Mesela, yürüyebiliyorken bunu yeterince yapmamak, mevcut yeteneklerimizden birini parlatmamak…
Gecenin bir yarısı uyanıp kahve hazırlamak, bilgisayarın başına geçmek ve -anı ya da günlük de olsa- yazmak gibi bir imkânımız varken bunları yapmamak…
Gizemli bir gecenin karanlığında zihinsel aydınlığın huzurunu yaşamanız dileklerimle…