Anasayfa » Sonsuzluğu Anlamak

Sonsuzluğu Anlamak

Halil ÇIKRIKLAR

Sonsuzluğu Anlamak

 

Dehşetle açılan gözler, sarsıla sarsıla ağlayanlar, çığlık atanlar…

En çok dikkatimi çeken ise ellilerindeki bir adam oluyor. Pembeleşen yüzünde hüzünlü bir tebessüm, kısılmış gözlerle boşluğa bakarken ağır ağır başını sallıyor.

İnsan aklını zorlayacak bir olayla karşılaştığında zihnimiz -kendini korumak ister gibi- devre dışı kalıyor bazen. Şok denen o tuhaf duygu durumunu yaşıyoruz. Gördüklerimize, duyduklarımıza inanamıyoruz. Ya kasılıp kalıyor ya çığlığı basıyoruz. Ya da içimizden gelen bir duygu seline teslim oluyor, hüngür hüngür ağlıyoruz. Ama şu tuhaf adam…

Ölümün en uzun süreli ayrılık olduğunu bilen, bu yüzden de yaşadığı durumu tatlı bir hüzünle kabullenmeye çalışan bir ermişin bakışı vardı gözlerinde. Sanki sadece bu acı gerçeği kabullenmek değildi amacı, ayrıca ölüm denen bu gizemi de anlamaya çalışır gibiydi. Peki, bu mümkün mü?

Çoğumuz yanıp yıkılırken az sayıda insan derin bir sükûnetle kabulleniyor bu gizemli sonu. Bu insanlar bizim bilmediğimiz bir şey mi biliyorlar? Yoksa başarılı birer drama oyuncusu oldukları için rol mü yapıyorlar?

Ne yalan söyleyeyim, ölümle ilgili tıbbın bildikleri de sınırlı. Kalp durunca beyne kan gitmiyor. Bilinçli olmamızı sağlayan bu hassas doku fonksiyonlarını -geri dönüşümü olmayan bir şekilde- kaybedince de buna “ölüm” diyoruz.

Bazen kalp atımı devam ediyor ama az kan gittiği için hasar gören beyin hücreleri nedeniyle bilinç kapanıyor. En iyi bildiğim konulardan birisi olması gerekir, çünkü her sene öğrencilerime bu konuyu anlatıyorum. Derse genellikle şu ifadelerle başlıyorum:

“Günaydın çocuklar. Bugün size bilinç bozukluklarını anlatacağım. Bilinç bozukluğunu anlamak için önce bilinç kavramını anlatmam gerekir. Ama yirmi birinci yüz yıldaki bilimsel gelişmelere rağmen ne modern tıp ne de kadim felsefe bilinç kavramını net olarak anlayabilmiş değildir.”

Sahiden de öyle. Kendimizi kandırmayalım. Beyin dokusundaki bazı özel bölgelerin bilinçli kalmamızı sağladığını biliyoruz ama bu tam olarak gerçeği yansıtmıyor. Çünkü beyin dediğimiz şey, bilincimizin -siz buna düşünce, can, ya da ruh diyebilirsiniz- marifetlerini sergilediği bir alandan ibarettir. Bunu güneş ışığını yansıtan aynaya benzetebilirsiniz.

Mesela, bilgisayarınızın ekranını kapatsanız da internet sisteminde bu sayfa olduğu gibi duruyor. Siz sadece kendi ekranınız kapandığı için görmüyorsunuz ama program çalışmaya devam ediyor. İşte bilinç, zihin ya da can dediğimiz o kavram da benzer bir şekilde sonsuzlukta yaşıyor olabilir. Ölümü ve sonrasını anlamak için sanırım önce sonsuzluğu anlamak gerekir.

Dinin etkisinin hâkim olduğu dönemlerde her şeyin sonsuz kudrette bir yaratıcının eseri olduğunu söyleyip geçenler olmuştur. Yozlaşan dinlerin kötü uygulamaları insanların tepkisini çekince bu sefer de “Tanrısız” bir evren tasavvuru için kafa yoranlar çıktı.  Sahiden de ilginç tespitlerde bulundular. Sonuç olarak bilimi Tanrı inancının önüne almakla yetinmeyip Tanrı’yı tamamen devre dışı bırakmaya çalıştılar.

Fakat devran bir kez daha dönmüştür. Bilimin ulaştığı son noktada tekrar başladığımız noktaya geldik. Yirmi beş asır önce Sokrat’ın söylediklerini hatırlayalım:

“Bildiğim bir şey varsa o da hiçbir şey bilmediğim!”

Sahaya çıkınca klasik fiziğin tahtını sarsan kuantum teorisi mikro kozmosta işlerin sandığımız gibi minik bir atomdan ibaret olmadığını gösteriyor. Aslında somut olarak algıladığımız her şeyin minik yapıtaşı olan atomların da teoriden ibaret olduğunu ifade ediyorlar.

İsviçreli bilim adamları hadi bunu da izah etsin!

Sohbetlerimizin mizah konusu olan bu klişe ifade hayatımızın en ciddi meseleleri üzerinde düşünürken geliyor aklıma. Sahiden de İsviçre’deki CERN laboratuvarında ciddi çalışmalar yapılıyor. 2013 yılında evrenin oluşumu hakkındaki en büyük sırlardan biri kabul edilen atom altı parçacık -Higgs Bozonu- bulunmuş. Ulaştıkları son noktada buldukları şey, elle tutulamaz bir fiziksel olayın maddelere kütle ve hacim verdiğini bize göstermiş oldu.

Diğer yandan makro kozmosu keşfetmeye çalışan astronomi de ulaştığı noktada havlu atacak noktaya gelmiş durumda. On üç küsur milyar yıl gibi bir zaman öncesine uzanan patlama teorisiyle evrenin yaratılışını izah etmeye çalışsalar da bugün gördüklerini ve özellikle göremediklerini anlamaktan çok uzaklar. Karanlık enerji ya da kara delik gibi kavramlar modern bilimin zihnini dumura uğratmış görünüyor.

Buralara nereden geldik?

Bilinci ve sonsuzluğu anlama çabalarından…

Ölümü ve sonrasını anlamak için ruhu anlamak gerekir. Bilinci yani ruhu anlayabilmek için de yaratıcıyı anlamak gerekir. Ama zihnimiz bunu tam olarak idrak edecek kapasitede değil. Peki, aklımızın almadığı her şeyin yokluğunu ilan etme hakkımız var mı?

Gözümün önündeki karpuzun varlığını kabul etmekle kalmaz, ağırlığı ile ilgili bir fikir de yürütebilirim. Sıra bir tankı kaldırmaya gelince işler değişir. Yerinden bile kımıldatamadığım için ağırlığı hakkında hiçbir yorum yapamam. Ama tankın olmadığını söylersem gülerler.

Yeryüzündeki en zeki tür olan insanın sorunu, kafatasının içinde taşıdığı harika makinenin sınırlarını çizmekte zorlanmasıdır. Gözümüzün görme yeteneği sınırlıdır. İşitme yeteneğimiz de öyle. Hızlı yürüme ve ağırlık kaldırma konusunda da bizi sınırlayan şeyler var. Sokrat gibi bilgeliğin zirvesine doğru yol aldığımızda zihnimizin de sınırları olduğunu fark edeceğiz. İşte o zaman sonsuzluğu fark etmek ama onu tamamıyla anlayamayacağımızı kabullenmek işleri kolaylaştıracaktır.

Beni asıl düşündüren, hayatımızda bunca mesele varken zihnimizi başka şeylerle meşgul etmemizdir. Kesinlikle çıkacağımızı bildiğimiz bir yolculuk için havaalanında bekliyoruz. Bilet sırası, bekleme koltukları, ortamın ısısı, lavaboların yeri gibi şeylerle zihnimizi öylesine yoruyoruz ki, tüm bunların geride kalacağını unutuyoruz. Esas olan yolculuk ve ulaşacağımız menzil aklımıza gelmiyor çoğu kez.

Bir aylık ödevini son gece bitirmeye çalışan öğrenciden farksız tutumumuz. Ömrümüz boyunca o müthiş finali aklımıza getirmiyor, tam başımıza geldiğinde çözmeye çalışıyoruz. İşte bununla baş edemeyenlere -acil servise geldiklerinde- sakinleştirici ilaç veriyoruz. Amacımız düşüncelerini yavaşlatmaktır. Aksi takdirde bir ömre yayması gereken düşünceleri bir güne sığdırmaya çalışanların zihninde devreler yanıyor çünkü.

“Neden?” diyerek arkadaşının omuzlarından tutup sarsan genç adama benim verecek bir cevabım olabilir mi?

Mesela, kalp krizini neden olarak gösterebilirim. Bunun nedeni olarak tıkanan damarlardan bahsedebilirim. Tıkanıklığın nedeni olan kötü beslenme, sigara ve kolesterolü de suçlayabilirim.

Ama hiç ölmemesi gerektiğini düşündüğü insan son nefesini vermiştir. Bu gizemli sonu kabullenemeyen zihnin sorusu başkadır. Bana kalsa “Neden ölür insan?” sorusu yerine “Neden yaşar insan?” diye sorardım. Bu soruya arayacağım yanıtlar eninde sonunda beni ölümü de anlamaya yöneltir çünkü.

Milyarlarca yıl öncesine dair teoriler geliştiren bilim insanları hemen yaşadıkları anı bile izah etmekte zorlanıyorlar. Peki, ya rüyalar?

Aslında daha basit görünen bir şey var: Uyku!

Uyku mekanizmasıyla ilgili bilim insanlarının teorileri var elbette. Ama uyku bile başlı başına gizemdir. Beyin sağlam ama uyuduğumuzda tepkisiz bir şekilde yaşıyoruz. Nefes almakla yetiniyoruz, tıpkı bitkiler gibi. Bu sırada bilinç denilen şey nerelerde dolaşıyor?

Hiç planlamadan kendimizi bir rüyanın içinde buluyoruz. Bazen başka bir mekân bazen de başka bir zaman diliminde…

Ruhumuz sonsuz bir yolculuğa çıkma potansiyeline sahipmiş. Aslında hayal ederken de ruhumuzun bu yeteneklerini kolayca fark edebiliriz. Soru şu: Ruh nerededir? Uyuduğumuzda –ya da hayal kurduğumuzda- bedenimizi terk ediyor mu? Peki, bunun ölümden farkı ne?

Şu kısacık yaşamın tadını çıkarmak varken niye böyle iç karartıcı şeyleri düşünelim ki? Daha doğrusu biz sıradan insanlar hep unuturken felsefeciler niye bunu hatırlatıyorlar sürekli?

İster bu hayatın sonunun daha gerçek ve ihtişamlı bir hayatın başlangıcı olduğunu düşünün, isterseniz sonsuz bir karanlık… Bu finalle ilgili düşüncelerimizi netleştirmenin önemi konusunda hemfikir olduğumuz kanaatindeyim.

Meselelere bilgelerin gözüyle baktığımızda pek çok şey değişir. Örneğin, Einstein gibi baktığımızda zamanın göreceli olduğunu hatırlarız. Nietzsche gibi düşündüğümüzde döngüsel zaman kavramıyla tanışırız. Tüm bunlar bizi nereye götürür?

Hep unuttuğumuz için önemsiz gibi görünen bu düşünce tarzı aslında insanlığın en önemli sorunlarına merhem olacak gibi görünüyor. Kısacık bir hayatın finali yakın demektir. Bu durumda endişelerimizin çoğu etkisini yitirir örneğin. Bu bizi huzurlu kılar.

Dahası göz açıp kapayıncaya kadar bitiverecek bir ömür için hırs yapmayız. Bu durumda rekabet ve çatışmalar olmaz. Erdem en önemli şey olur hayatımızda. Gerçek sevgiyi öğreniriz. İhanetler olmayınca cinayetler de olmaz mesela. İşte size dünyadaki çatışmaları ve savaşları bitirme potansiyeline sahip bir bakış açısı.

Ne alkol, ne uyuşturucu ne de ilaçlar…

Ruhsal sorunlarımızın çözümü için, bilgelik ışığında sonsuzluğu anlama çabasından daha etkili bir yol olmadığını düşünüyorum. Bulan olursa bana da anlatsın lütfen.

Kalın sağlıcakla, huzurla, sonsuzluk bilinciyle…

 

İlgili Yazılar

Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments
0
Would love your thoughts, please comment.x